Pages

22 Aralık 2014 Pazartesi

Kitap Yorumu: The 100 - Kass Morgan


Merhabaaaa :D

Bayadır yokum. Aslında varım da yokum. Blog'da aktif olmasam da kimler giriyor, hangi yazılar okunuyor diye arada bir gözlemledim. Ask.fm'den çıkmıyorum zaten hiç. Ve şimdi yazma zamanı!

Uzun zamandır, yani Demir Yıl'dan beri kitap okumadım. Okunacak o kadar müthiş kitaplarımın olmasına rağmen... Başka şeylerle uğraştım. Teen Wolf'a başladım. Eski formumu kazanıp, sezonları bir bir devirmeye başladım. :D Onun hakkında ayrı konuşacağım... Bir de çok tırstığım sınavı atlattım. O sınav yüzünden kitap okuyamadım. Dikkatim dağılıyordu. Amaaaa, sınavı sorunsuz atlatınca direk kitaba gömüldüm. Bu aralar pek popüler olan The 100, benim tarafımdan da okundu ve onaylandı!
The 100'ü her yerde görüyordum ama kitap fuarında tam anlamıyla görmüş oldum. Yayınevinin tanıtımları, sıcakkanlılığı sayesinde kitabın konusuna doğru düzgün bakmadan aldım. Ki orada bir tanıdığımın olması ile kitap benim için 1-0 öndeydi. :D 

Kitabı benden önce iki arkadaşım okuyordu. Onların meraklandırması sonucu hemen başladım zaten. Biri Lost'a benziyor dedi. Diğeri, değişik bir kurgusu var, deyince bir baktım kitabı elime almışım da dün gece bitirmişim.

Gerçekten de değişik ve merak edici bir kurgusu var. Öyle böyle değil. :D Benim gibi değişik türler seven, distopya tarzıyla harmanlanmış ve Lost'la The Walking Dead karışımı bir şey istiyorsanız, bu kitabı okumalısınız. Çünkü gerçekten Lost'la benzerlikleri vardı. Eğer diziyi izlediyseniz, kitabı şöyle düşünebilirsiniz; Lost'un kurgusunun hemen hemen aynısını uzay versiyonu olarak düşünün.

300 yıl önce dünyada yaşanan nükleer felaket artık oradaki yaşamı yok etmiştir. Kaçabilen insanlar dünyanın yörüngesindeki bir uzay gemisinde hayatta kalmayı başarmışlardır. Fakat bu uzun süre devam edemez. Ellerindeki imkanlar kısıtlı ve çoğalan bir halk var. Buna bir şekilde engel olmaları lazım ve tekrardan dünyaya geri dönmeleri lazımdır. Ve işte asıl olaylar burada başlıyor.

Asıl konuya girmeden önce minik bir şeyden bahsedeceğim. Kurgunun bu bölümü nedense hoşuma gitti. Uzay gemisinde, dünyaya ait herhangi bir şey resmen altın değerinde. Dünyadan alınan kitaplar çok özel olarak saklanılıyor ve tutulduğu oda dışında, kitabı başka bir yere götürüp, okuyamıyorsunuz. Ya da ne bileyim, bir perde parçası bile elmas değerinde. Tavandan sökülmüş bir avize bile özene bezene bakılıyor. Yani, dünyada yaşadıkları sırasında değer vermedikleri, önemsizmiş gibi görünen her şey uzay gemisinde adeta bir kurtarıcı onlar için. Dünyaya ait bilgileri, sakladıkları kitaplardan öğreniyorlar. Gökyüzünün renkleri, ormanlar, bitkiler, hayvanlar... Aklınıza gelebilecek en basit şeyler. Kurgunun en etkileyici kısmı buydu, bence.

Bir de uzay gemisini yöneten Koloni'nin çok katı kuralları var. En ufak bir hatada hapse atılıyorsunuz. Eğer reşitseniz direk idam ediliyorsunuz. Ama reşit değilseniz ise hapiste kalıp, 18.yaş gününüzde tekrardan yargılansanız bile büyük olasılıkla idam ediliyorsunuz. Böylece nüfus sayısını az tutmaya çalışıyorlar. Çok acımasız değil mi ? 

Kitabı dört karakterin gözünden okuyoruz. Hepsinin ayrı ayrı hikayeleri var. Kitap zaten bir geçmişi bir de günümüzü anlatıyor. Okurken ilkten kafanız karışabilir ama sonra her şey yerine oturuyor. Karakterlerden bahsetmek gerekirse... Clarke, başrol diyebiliriz. Anne ve babası doktorlar. Kendisi de tıp eğitimi görmüş bir genç kız. Uzaydaki yaşamında her şey yolunda giderken bir gün tüm hayatı mahvolur. Ailesinin sırrını öğrenir ve bu ona ağır bir ceza olarak geri döner. Ve kendisini hapishanede bulur.

Kırık bir kalbi iyileştirecek kadar güçlü bir ilaç yoktu.

Wells, Koloni'nin başındaki adamın oğludur. Her şeye sahiptir. Herkes tarafından sorgusuz sualsiz her yere girip, çıkabiliyor. Fazladan bir şeyler yiyebiliyor. Kısacası, uzaydaki kısıtlı yaşama göre lüks bir hayatı vardır. Taa ki bir kıza aşık olana kadar. Clarke, ona aile sırrını söylediği an her şeyi mahveder ve sevdiği kızı hapishaneye tıkılırken izler.
Bellamy, sanırım kitapta en sevdiğim karakter oldu. Onun hikayesi bambaşka. Normalde, uzayda aileler sadece tek bir çocuk sahibi olabilirler. Fakat Bellamy'nin ailesi iki çocuğa sahiptir. Bellamy, kız kardeşi Octavia'yı korumak için her şeyi yapan bir genç adamdır.
Glass, ah tanrım. Bu karakter için cidden üzüldüm. Kitabı okurken baya üzüldüm kıza. Neler yaşamamış ki... Luke diye birine aşık olmuş. Cidden birbirlerini çok seviyorlar. Sonrasında ise olaylar istemedikleri bir şekilde gelişir ve Glass, tüm sorumluluğu üstlenerek hapishaneye girer. Ki Luke'e hiçbir açıklama yapmaz. Tam tersine onu kendinden uzak tutmak için kalbini kırar ve büyük bir acı içerisinde hapishanede günlerini hayaller kurarak yaşar. Taa ki yeni bir gelişme olana kadar.

Luke'un kalbini kurtarmanın tek yolu, onu kırmaktı. 


Gelişen olay ise şu; Koloni uzun zamandır planladığı bir görevi gerçekleştirmek üzere suçlulardan oluşan 100 kişiyi dünyaya yollayacaktır. Bu suçlular arasında elbette yukarıda tanıttığım karakterler var. Clarke, tam öleceğini sandığı bir zamanda kendini dünyaya gidecek gemide bulur. Bunu duyan Wells ise önceden planını yapmıştır. İlk önce kendini hapise attırmıştır ve şimdi oda gemidedir. Bellamy ise hiçbir suç işlemediği için sırf kardeşiyle beraber olabilmek için Koloni başkanına suikast hazırlar ve onu vurarak bir karmaşa ortaya çıkarır. Ardından kendini gemide bulur. Glass ise bu karmaşa sayesinde gemiden kaçar ve kendini Luke'un kapısında bulur.

Sonrasında ise olaylar şu şekilde gelişir; 100 kişinin içinde bulunduğu gemi hasarlı bir şekilde dünyaya düşer. Tüm erzakları bir yere dağılmıştır. Suçlular ise ne olduğunu anlamadan dünyaya vardıklarını fark ederler. Açıkçası hepsi bu konuda tedirgindir. Dünyada yaşam var mıdır ? Salgın hastalık olabilir, yeterli oksijen olmayabilir. Ya da dünya 300 öncesine göre çok farklı bir yer olabilir. Bu çılgın sorular karşısında yine de hayatta kalmaya çalışırlar. Clarke başta olmak üzere herkes bir işle uğraşır. Wells, liderlik yapmaya çalışır. Bellamy, avlanmaya çıkar. Diğerler ise birbirlerini yemekle uğraşmaktadır. 

Dünyaya düştüklerinden sonraki kurgu cidden bana Lost'u anımsattı. :D Hani, yazarın biraz oradan buradan aldığı belli ama benim için sorun olmadı. Ben zaten uzun zamandır Lost gibi bir kurgu istiyordum. The 100 tam benlikmiş. Sıkılmadan, bıkmadan çok akıcı bir şekilde okudum. Burada her şeyi anlatmak istiyorum ama olmaz! Okumanız lazım. İmrenilecek bir yaşam değil ama nedense The 100'ü yaşamak isterdim diye düşündüm. Tabii hayatta kalabilir miydim, bilemiyorum. :D

"Ben bir parçası olamayacağım diye bütün hayatından vazgeçmeni istemiyorum." -Luke

Ve kitap çooook merak uyandırıcı bir şekilde bitti. Cidden. Kitabı bitirir bitirmez direk yayınevine ulaştım. İkinci kitap çeviride cevabını alınca bir soluklandım. Gerçekten devamını merak ediyorum. :D

Ah, bir de kitabın dizisi varmış. Hatta şuan 2.sezonunda. İzlemedim ama izleyenlerden yorum aldım. Kitabın ana hatlarını almışlar ve diğer her şeyleri değiştirmişler. Hatta bazı karakterleri silip, yeni karakterler eklemişler. İşte bunu duyunca hiç izleyesim gelmedi. Bir The Vampire Diaries vakası daha yaşamak istemiyorum. Ama The 100'ün kurgusu o kadar hoşuma gitti ki diziyi merak etmiyor değilim. -.- Belki ikinci kitaptan sonra izlerim. Göz atarım. Bilemiyorum. :D Lost'tan sonra şuan çok ilgi çekici geliyor dizi. *-*

Kitabı hakkıyla anlatabildim mi bilemiyorum ama cidden bir şans verin ve okuyun. Kitabın kurgusu, karakterlerin sağlamlığı, kitabın kapak tasarımından tutun da mıknatıslı bir yapıya sahip olmasına kadar tam kitaplığınıza layık bir kitap. :D Bu konuda Go!Kitap'a  sonsuz bir kocaman teşekkürler.

Şimdilik bu kadar. İkinci kitaba kadar bir şeylerle oyalanıp, merakımı alevlendirmeyeceğim!

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder