Pages

30 Aralık 2018 Pazar

Kitap Önerisi: Şiir Denizi 1 - Ümit Yaşar Oğuzcan

La la la laaaa. Ümit Yaşar'a aşığım, la la la laaa!
Ya bunu kesinlikle kabul ediyorum. Ümit Yaşar Oğuzcan'a delicesine aşığım! Çünkü o da bir yengeç burcu! Şaka. :D 
Bu dünyaya erkek olarak gelseydim kesinlikle Ümit Yaşar olurdum. Her düşüncemiz mi aynı olur? Her yazdığını okumak istiyorum. Tüm eserlerini toplayacağım! 
Şiir Denizi 1'i yaklaşık iki ay önce aldım ve dedim ki bu kitabı löp diye bitirmeyeceğim. Bazı günler okudum, bazı günler okumadım. Mutluyken de okudum acı çekerken de. Yorgunluktan ölsem de keyif yapsam da. Tadını çıkara çıkara. Sindire sindire. Oh be, dünyalar varmış.
Efenim, yıllardır şiirlerden kaçan biri olarak aslında doğru şairimle karşılaşmadığımı fark ettim. Benim şairim Ümit Yaşar'mış. Tabii severek okuduğum birkaç şair daha var ama şu ana kadar her bir şiirinden ayrı keyif aldığım tek şair şu an kendisidir. 2018 bitmeden size özel seçtiğim satırları aşağıya bırakıyorum. 2019'da daha çok şiir okumak, daha çok şair keşfetmek ve daha çok Ümit Yaşar okumak dileği ile...

ROMAN
O bana baktı
Ben ona baktım
O güldü
Ben güldüm
O gitti
Ben kaldım

KAN
Kalbime girdin
Koynuma girdin
Kanıma girdin
İşte öldüm
Mezarıma da girsene

ÇIKMAZ SOKAK
Bir daha dünyaya gelsem
Yine seni severdim
Beni üzesin diye
Beni deli divane edesin diye
Biliyorum
Sen de bir daha dünyaya gelsen
Yine beni sevmezdin
Kahrımdan öleyim diye

İNSAN BİR YERDE KENDİNİ BIRAKMALI
İnsan bir yerde boş vermeli kurallara, düzenlere
İnsan bir yerde kendini bırakmalı
Hiçe saymalı düzenini dünyanın
Zamana karşı koymalı
Sıyrılmalı ayıplardan, korkulardan
Küçük hesapları bir yana atmalı
Yaşamalı şöyle alabildiğine
Büyük delilikler yapmalı
İçmeli
Sevmeli
Küfretmeli
Adam öldürmeli
Kendine bir başka gözle bakmalı
İnsan bir yerde boş vermeli kurallara, düzenlere
İnsan bir yerde kendini bırakmalı

Sev
Öyle sev ki
O hiç sevmesin
Bekle
Bekle ki
O hiç gelmesin

AYRILANLAR İÇİN
Yollarımız burada ayrılıyor
Artık birbirimize iki yabancıyız
Her ne kadar acı olsa, ne kadar güç olsa
Her şeyi, evet her şeyi unutmalıyız

Her kederin tesellisi bulunur, üzülme
İnsan ne kadar sevse unutabilir
Mevsimler gelir geçer, yıllar geçer
Sen de unutursun bir gün gelir

Hiç yaşamamışçasına, hiç sevmemişçesine 
Unutursun o günlerimizi, gecelerimizi
O günlerce, gecelerce sevişmelerimizi

Her şeyi, evet her şeyi unutabilirsin
Hatta bütün yazdıklarımı satır satır
Kalırsa, içinde bir derin sızı kalır

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

15 Aralık 2018 Cumartesi

Dizi Önerisi: The Protector - Hakan: Muhafız


Herkese selam!!!
İlk Türk Netflix dizisi yayınlanır da ben yerimde durur muyum hiç? Hazır bu aralar üşengecim, depresyondayım ve insanlardan bıkmış durumdayken bir dizi günü yapayım dedim ve The Protector - Hakan: Muhafız adlı milli dizimizi izledim. 
Dün ilk sezon Netflix'te yayınlandı. Bölümler genellikle 30-40 dakika uzunluğunda. Baş rolünde Çağatay Ulusoy var. Fantastik bir dizi. Öyle işte.
Dün Instagram'da yorum bombardımanı oldu. Yok beğenmemişler, yok basit bulmuşlar, oyuncuların oyunculuklarını yerden yere vuranlar mı dersiniz yoksa kurgunun saçmalığından bahsedenler mi...
Dedim ki, Jane sıfır ön yargı ve beklentiyle şu diziyi izle bir allasen. Neymiş, ne yapmışlar bir incele. Valla beni bilirsiniz, seversem de belli ederim sevmezsem de. Blog'dan bir para kazancım olmadığı gibi her şeyi tamamen hobi olarak yaptığım için reklam kokulu yazılar yazmama gerek yok. O yüzden gelin, bir de benim gözümden bakın diziye.

Genel konu şu: Hakan isimli genç delikanlı, onu evlat edinen yaşlı bir adamla beraber Kapalıçarşı'da çalışmaktadır. Kanı kaynayan, delikanlı ve serseri tipli biridir Hakan. Bir gün kendini hiç beklenmedik bir anda olayların içinde bulur.Geçmişiyle yüzleşir ve büyük bir sır açığa çıkar: Hakan, İstanbul'u kurtaracak bir kahramandır ve "Ölümsüz" diye adlandırılan düşmanı öldürmelidir. Muhafız'a, Sadık Olanlar var. Bunlar yıllardır son Muhafız'dan beri (Son muhafız Hakan'ın babasıdır.) üç önemli eşyayı saklıyordur: Tılsımlı Gömlek, Yüzük ve Hançer. 
Hakan'a bütün gerçekleri anlatan ise Sadık Olanlardan Kemal ve kızı Zeynep'tir. Daha bir sürü karakter var fakat bahsetmeyeceğim. Sadece genel olaydan bahsetmek istedim.
Şimdi gelelim en genel yorumuma.
Dizinin ilk birkaç bölümünde gözlerimi devirmedim değil. Türk dizilerine ön yargım var, ne yazık ki... (Çok nadirdir bir Türk dizisini finaline kadar izlemişliğim.) Yine de diziyi izlemeye devam ederseniz aslında hiç klişe olmadığını ve gerçekten ilk kez bir Türk dizisinin saçmalamadan ilerlediğini göreceksiniz. Çağatay'ın oyunculuğunu seviyorum. Mutluluğu, öfkeyi, her şeyi çok doğal ve gerçekçi yansıtıyor. Özellikle aşık hallerine bayılıyorum. Sanki o an gerçekten karşısındakine aşıkmış gibi hissettiriyor, helal. :D

Dizi, İstanbul'u çok güzel yansıtıyor. Sadece iyi yönlerini değil kötü yönlerini de sahnelere yansıtmışlar. Bunu çok sevdim. Yabancı insanlar diziyi izlediklerinde İstanbul'un harika bir şehir olmadığını öğrenecekler. 
Sahne geçişleri de çok iyi. Kullanılan müzikler de tam yerindeydi. Klasik Türk dizileri gibi klip tarzı sahneler yoktu. Fakat efektler kötüydü, beğenmedim ama zaten çok az efekt kullanılan sahne vardı. O yüzden çok da kötülemeyeceğim. 
Hakan karakterini çok sevdim! Hem komik hem ciddi hem güçlü... Güzel bir karakter ortaya çıkmış. 
Fantastik bir dizi ama sizi boğacak kadar bunu hissetmiyorsunuz. Zaten diziye de yakışmazdı sanırım. İster istemez insan, "Türkler fantastik bir dizi yapabilir mi?" diye sorguluyor. Bu konularda çok geri kaldığımız için kendimize yakıştıramıyoruz ve maalesef başarılı da olamıyoruz. The Protector ile bunun üstesinden geleceğimize inanıyorum. Zira, son sahnelerde güzel işler başarmışlar. Fantastik sahneler var ve göze batmıyor. Tam tersine çok heyecanlanarak izledim.

Dizinin çoğu sahnesinde kahkahalar attım, hiç tahmin etmediğim şeyler olduğunda şaşkınlığımı belli ettim ve diziyi bitirince "Oh be, zaman kaybı olmadı." dedim. İşe başladığımdan beri bir şey izlerken ya da okurken çok ikilemde kalıyorum. Günlük hayatta bana özel çok az zamanım var ve en iyi şekilde değerlendirmek istiyorum doğal olarak. Bu yüzden, diziye başlarken çok düşündüm. Ya beğenmeyip, cumartesimi heba ettim diye söylenirsem... Ama yo! 10.bölümün sonunda şöyleydim: "Evet bebeğim işte bu! Gelsin 2.sezon! Aferin ya aferin!" 

Netflix'e üye olup, her ay para ödememin en büyük sebebi her dizinin İngilizce alt yazı seçeneğinin olması. Artık her şeyi İngilizce alt yazılı izliyorum. The Protector, Türk dizisi olsa da alt yazımı açtım ve bazı cümleleri özellikle takip ettim. Aman Tanrım didim! Ya, dilimizi İngilizceye çevirmek cidden çok zor. :D Öyle mükemmel, benzersiz bir dilimiz var ki birebir çeviri yapmak imkansız. Bugün bunu diziyi izlerken o kadar iyi anladım ki! Cidden iyi ki Türkçe biliyorum dedim. Burada çevirmene laf söylemiyorum elbette ama bazı cümlelerimiz o kadar çevirilememiş ki... En basit örneği: Kolay gelsin cümlesini Have a nice day diye çevirmişler. Dehşetle baktığım bir sürü çeviri vardı. Keşke fotoğraflarını çekseydim. İnanılmaz kötüydü. Yani bir yabancı bu diziyi izlerken bazen çok alakasız cümleler okuyacak aslında. Ve bu bende soru işaretleri oluşturdu: Her dilin kendine has bir tarzı vardır elbette fakat ben İspanyolca bir diziyi İngilizce alt yazılı izlediğimde de bana da böyle bir çeviri mi sunuyorlar diye şüphelenmeye başladım. :( Allah beni kahretmesin ya... Takıntılı olduğum şeyler gün geçtikçe artıyor.

Ay neyse! Durun. Bombemi sona sakladım. Diziye başladığımdan beri hem kurguyu hem karakterleri hem de bazı sahneleri aklımdaki bir seriye çok benzeterek karşılaştırmalar yapıyordum. Bunu dillendirmek istemedim çünkü "Yuh Jane! O seriyle kafayı yemişsin," diye linç yemekten korktum. :( Ama sonra yorumlarına çok güvendiğim ve sıkı takip ettiğim Aydan, DM'den şu mesajı atınca zafer çığlığı attım: Ölümcül Oyuncaklar'ı anımsatmıyor mu ya? 
Mesajı okuyunca beni görmeliydiniz. Kalkıp halay çekecektim bunu düşünen bir tek ben değilim diye! Gerçekten çok benzettim. Dizinin isminin yazı biçiminden tutun da sahne çekimlerine kadar! Hakan'la Jace'i kafamda boşuna eşleştirmiyorum. İkisi de savaşçı ruhlu, komik, atarlı giderli ve güçlü kahramanlar! Sanırım Hakan'ı bu yüzden çok sevdim. :D Ya valla inanın bana, daha birçok benzettiğim şeyler var. Sanki Ölümcül Oyuncaklar'dan esinlenilmiş gibi. (Aslında bu dizi İpek Gökdel'in Dex'ten çıkan Karakalem ve Bir Delikanlının Tuhaf Hikayesi kitabından esinlenilmiş.)
Abarttığımı düşünüyorsanız açın izleyin canım! :D Ve artık Netflix'e üye olmayan kaldı mı? Böyle söyleyince arkadaşlarım beni Netflix'te çalışıp, reklam yaptığımı sanıyor ama tamamen müşteri memnuniyetimle öneriyorum. Ağustos'tan beri çatır çatır para veriyorum ve mutluyum. 
İşte böyle gençler. İlk Türk Netflix dizimiz hayırlı olsun. Umarım devamı da güzel, heyecanlı olur ve sapıtmazlar. Öneriyorum, izleyin. Hemencicik bitiyor. Öğlen 12 gibi başladım akşam 8'de bitirdim. Çünkü ben bir dizi canavarıyım. 😍

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

29 Kasım 2018 Perşembe

Kitap Yorumu: Yaz Bahçesi - Paullina Simons

Selamlar
2018'in bitmesine günler kala kendi kendime bir rekor kırdım arkadaşlar. 989 sayfalık bir kitabı hiç söylenmeden, bıkmadan okudum ve bitirdim. Tabii bu 18 günümü aldı ama olsun. 
Bronz Atlı'nın üçüncü ve son romanı olan Yaz Bahçesi'nden bahsediyorum. Serinin ikinci kitabını geçen mart ayında okumuştum. O zamandan beri deli gibi üçüncü kitabı bekliyordum. Aslında İstanbul Kitap Fuarı'nda çıkacağını az buz tahmin ediyordum. Ve çok kalın bir kitap olacağını da biliyordum. Ama fuarda ilk kez kitapla karşılaştığımda kalakaldım. Öyle görkemli duruyordu ki... Gidip gelip etrafında dolandım. Alsam mı almasam mı... Malum, fuarlarda artık pek indirim yapılmıyor. Ancak Pegasus, kitabı yeni çıkarmasına rağmen %50 indirimle satıyordu. Ben aldığımda 50 TL bayıldım. Şimdi her yerde indirimli satılsa da 60 TL civarı bir şey sanırım. (Orijinal etiket fiyatı 99,99 TL. Valla bu kargaşaya şimdi değinmeyeceğim.)
Gelelim 989 sayfalık maceraya... Aslında bu kitap 4 kitaptan oluşuyor. Yani yazar, kitabın kurgusunu dört ana bölüme ayırmış. Ben de sindire sindire okudum. Kitabın yorumunu da dört parçaya ayıracağım zira hepsi birbirinden çok farklı.

*Spoiler tarzı minik bilgiler olabilir. Üzgünüm, bunlardan bahsedeceğim çünkü yorum yapmam çok sınırlanır. Bunu dikkate alarak okuyun lütfen. Dev spoiler vermeyeceğim.*

BİRİNCİ KİTAP
Tam bir göçebe hikayesi barındırıyor bu bölüm. Tatyana ve Alexander artık kavuşmuş, oğulları Anthony ile oradan oraya seyahat etmeye başlarlar. Bu sahneleri sevdim çünkü dümdüz okutturdu kendini. Alexander ıvır zıvır işler yaparken Tatyana tam bir ev hanımı modundaydı. Alexander'a zaman zaman uyuz oldum, sinirlendim. Ama suç kesinlikle Tatyana'da. Savaşta yaşadıklarından dolayı Alexander'ın davranışlarını çok doğal karşılıyor, ne dese hemen alttan alıyor. Meh... Ben olsam terk etmiştim. :D Bu bölümle ilgili söyleyebileceğim pek bir şey yok. Metrobüste başlamıştım kitaba ve 50 sayfayı anında okumuştum.

İKİNCİ KİTAP
İşler yavaştan kızışmaya başlar. Nasıl mı? Alexander ve Tatyana insanların arasına karışmaya başlar. Evleri, şehirden uzak ıssız bir yerde olsa da Alexander inşaat işine başlar ve bir yandan üniversiteyi de bitirir. Yani yerleşik hayata geçerler. Tatyana her zamanki gibi Alexander'ın her istediğini yapar. Bu arada müthiş, harika bir evlilikleri var diyemem. Tamam, Tatyana her şeyi alttan alıyor ama dillendiği zaman tartışmalar da patlak veriyor. Alexander içip içip geliyor. Böyle çıldırdığım yerler oldu. Ama...

ÜÇÜNCÜ KİTAP
Benim asıl sinir krizi geçirten bölüm işte!!! Ya, kitabı okurken tırnaklarımı yedim, söylendim, kitabı bir kenara bırakmayı bile düşündüm. O kadar leş sahneler vardı ki... Alexander'ı ateşe vermek, şiş kebap yapmak istedim. İlk iki bölüm boyunca,"Ya tamam öküzsün ama galiba seni seviyorum asker," derken bu bölümde "canın cehenneme pislik herif, bir yerlerin tutmasın e mi!" diye cırladım. Yok böyle bir şey! Neler olduğundan bahsetmeyeceğim. Okuyun, dehşete düşün. Genel olarak konu şöyle: Alexander artık kendi işini kurma kıvamına geliyor ve durumları baya iyi oluyor. Evlerinde partiler verip, yeni yeni insanlarla tanışıyorlar. Tatyana da kendi mesleğini yapmak istediği için bir hastanede hemşire olarak çalışmaya başlıyor. Sonra iş yükü giderek artıyor. Bu yüzden eve, Anthony'e ve bir bebek gibi davranan Alexander'a daha az zaman ayırmaya başlıyor. Çok bilmiş beyfendimiz söylenmeye başlıyor. Yok neymiş, onun çalışmasına gerek yokmuş zaten yeterince paraları varmış. Kadın dediğin evine vakit ayırıp, çocuğuyla vakit geçirmeli ve kocasını memnun etmeliymiş... Ben giderek alev almaya başladım bu tarz sahneleri okudukça. Çünkü hiç ama hiç katlanamadığım, böyle konuşmalar olduğunda anında tepki verdiğim bir durum söz konusu. Bunlar yetmezmiş gibi Alexander o kadar salakça davranıyor ki... Ya Tatyana'yla bir kavga sahneleri var abartmıyorum 20 sayfa sürüyor ve okurken kendimi o kadar kasmışım ki bir süre sonra boynum tutuldu. Bu kitap beni felç edecek! Daha neler neler oluyor, anlatamıyorum. Ama şunun garantisini verebilirim: Alexander'dan nefret edeceksiniz.

DÖRDÜNCÜ KİTAP
Gelelim son bölüme... Ya bence burayı yazmasa da olurmuş. Yani, o kadar sayfa okudum hiç söylenmedim, hepsi dolu dolu sahnelerdi ama dördüncü kitapta öyle saçmalamış ki yazar... Böyle kendini kasmış yazmak için ama cıks... Ben okurken hep uykum geldi. #SorryNotSorry Paullina Simons. 
Buralar spoiler olacak ama söylemem lazım. O kadar şiddetli, katlanılmaz kavga sahnelerinden sonra gel zaman git zaman Tatyana ve Alexander aileyi büyütür. Anthony dışında üç çocukları daha olur: Paşa, Harry ve Janie. Artık 50'li yaşlılara merdiven dayamışlardır. Anthony, büyüyüp kocaman adam olmuştur ve olaylar onun etrafında döner. Tutturur, babam gibi devlete hayrım dokunsun. Vietnam'a göreve gider. Sonra ortadan kaybolur ve deli gibi onu aramaya başlarlar. Bu sırada Anthony hakkında büyük bir sır öğrenirler. Valla itiraf edeceğim, daha neler efenim üstüme iyilik sağlık diyerek tepki verdim. :D 

Sonracığıma, oğlunu aramak için Alexander yaşına başına bakmadan yollara düşer ve kendini yine savaş meydanında bulur. Dürüst olacağım, çoook dandik bir bölümdü. Göz devire devire okudum. Bir ara yazar konudan o kadar kopmuş ki sayfa atladım sandım. 15 sayfa falan Sovyetler hakkında bıdı bıdı etmiş. 
En son, artık Tatyana ve Alexander'ın en yaşlı hallerini okuyoruz. 80 küsürler. Tüm çocukları evlenmiş çoluk çocuğa karışmış ve Noel yemeği için bir araya gelmişlerdir. Yazar, bu sahnede çocukların eşlerinden ve çocuklarından tek tek bahsediyor ama hiçbir isim aklınızda kalmayacak. Hızlandırılmış film gibiydi. Okuyorum, he tamam bu şu diyorum sonra hoop unutuyorum. Yani anlayacağınız dev bir aile oluyorlar. Mutlu son!
Ama son sahne çok güzeldi, gözlerim dolmadı değil. :) Tatyana ve Alexander, ton ton nine ve dede olarak dondurma yemeye giderler. Bir bankta oturup, eriyen dondurmasını yiyip, Rusça şarkı mırıldanan Tatyana başını kaldırıp, yolun karşısına bakar. İçecek almaya gitmiş olan Alexander, karşı tarafa geçmek için yolun karşısına bakar ve Tatyana ile göz göze gelirler. İşte, ilk karşılaştıkları sahne. *Kalpkalpkalp*
O sahnede bir an kalbim durdu. Kesin kötü bir şey olacak, biri ölecek dedim ama yazar öyle bir saçmalık yapmamış. :D 

Son olarak, Yaz Bahçesi'ni çok severek okudum ama dediğim gibi son kısımları çok gereksizdi. Onun dışında bu seriyi okuduğum için çok memnunum. İki ana karakterin gençlik, yetişkinlik ve yaşlılık dönemlerine şahit olmak inanılmaz bir şeydi. Onlarla beraber büyüyoruz resmen. Mutlulukları, acıları, sevinçleri, kayıpları, kavgaları... Her anlarına ortak oluyorsunuz. Yazar bu konuda inanılmaz yetenekli. Karakterleri çok güzel oturtmuş, kurguyu çok güzel düşünmüş. Bu bir gerçek aşk hikayesi dese inanırım. Belki de öyledir, kim bilir? :)
Tatyana ve Alexander'ı özleyeceğim. Ama umarım para için gereksiz yere ek kitap çıkarmaz bu seriye. 

Not: Parmaklarım ağrıdı yazmaktan! Tanrım, bu kitap beynimi kemirdi. Birkaç gün kitap okuyamayacağım sanırım. Damn!
Not 2: Özellikle bu kitabın çevirmenine buradan saygılarımı iletiyorum. Sayın Solina Silahlı, kaleminize sağlık. Her yiğidin harcı değildir böyle dev bir kitap çevirmek. <3
Not 3: Kitabı okurken cidden boynum tutuldu ve parmaklarım, kitabı tutmaktan ağrıdı. Hem çok ağır hem kitaba bir şey olmasın diye resmen parmaklarımı feda ettim. -.-

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

24 Kasım 2018 Cumartesi

Twilight'ın 10.yılına Özel


Selamlar
Yaşlanıyor muyuz? Tam 10 yıl olmuş Twilight vizyona gireli. İnanılmaz! Bu yazıyı yazmak günlerimi aldı. Bir gün oturdum koleksiyonumdaki Twilight eşyalarını karıştırdım. Dergiler, posterler, röportajlar, takılar... Allah'ım tam bir psikopat gibiydim. Sonra ilk kitaba şöyle bir göz atayım derken bazı bölümleri okudum. Sonra Youtube'dan gala ve röportaj videoları izledim. Set çekimlerine baktım. En son filmi izledim ve şimdi soundtrack eşliği ile yazıyı tamamlıyorum.
Sizi 2009'un haziranına ışınlıyorum. O zamanlar Jane önüne ne gelse yer, sosyal hayat nedir bilmez, okulda inek modunda ve süper içine kapanık biridir. Bir gün önündeki sırada oturan arkadaşının sırtını tebeşirle boyayınca kendini affettirmek zorunda kalır ve "Ne istersen alacağım," der. Arkadaşı "Alacakaranlık'ın kitabını istiyorum," deyince kendini Migros marketinde bulur. Kitabı alır, üstündeki insanlara bakıp merak eder ve internette araştırır. Meğersem bu kitabın bir filmi varmış. Hemen izler. Sonra kitabı arkadaşına vermek yerine kendine saklar ve okur. Aman tanrım, der. Bu nasıl bir kitap?!


 İşte o an artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz. 
Benim Alacakaranlık ile tanışma hikayem böyle oldu gençler. İyi ki kitabı vermemişim ve okumuşum dedim. Yeni Ay'ı anneme, Tutulma'yı ve Şafak Vakti'ni de babama aldırmıştım. Babam kitapları sahaftan aldığı için satıcı, "Abi bu vampirler çok ünlü artık." demesiyle babam kitapları bana verirken, "İyisin di mi, bir sorun yok. Vampirler falan... Aman dikkat et kızım." deyişini hala hiç unutamıyorum ve ona hatırlattığımda "İyi ki aldırmışsın kitapları. Bak, şimdi nerelere geldin." diyor ve her defasında bir aydınlanma yaşıyorum.


Gerçekten de hayatımı değiştirdi Twilight. İngilizceye bu kadar meraklanmam ve kendi kendime çeviriler yaparak öğrenmem. Yurt dışı hayallerim. Kitapları çok sevmem ve iş hayatımda da yer edinmeleri... Hepsi ama hepsi, bugün beni ben yapan her şey aslında Twilight'a açılıyor.
Bu arada bu yazı yüksek dozda duygusallık içerecek. :D 


Şimdi gelelim 9 yıllık macerama. Efenim, kitapları aileme aldırdıktan sonra anneannemin yanına, Yahşi'ye tatile gitmiştim. Tam 3 ay orada kaldım. Kitapları orada bitirdim. O sırada New Moon çekimleri vardı. Bir yandan da deli gibi onları takip ediyordum. İşte, çekim takibi, röportaj yazıları derken yabancı siteleri keşfettim. Her şey İngilizce olduğu için Google Translate amcayla beraber çeviriler yapmaya başladım. Sonra dedim ki bunları tüm Twilight hayranlarıyla paylaşmalıyım. Blog açmalıydım.2007 yılında Kavak Yelleri için açtığım bir blog'um vardı. O olmazdı. Sil baştan yeni bir tane açtım. 4 Temmuz 2009, Wampirob'ın doğuşudur arkadaşlar. Neden Wampirob derseniz de: Vampir+Robert= şekilli olsun dedim ve Wampirob ortaya çıktı. :D Her gün birden fazla haber yazısı yayınlıyordum. Deli gibi oturduğum yerden oyuncuları takip ediyordum. Robert nerede, Kristen ne yapıyor, kim kimle beraber, nerede yemek yediler, sette kimler var... Resmen kendi işimi kurmuştum. Gece 4'e, 5'e kadar uyuyamıyordum çünkü asıl haberler o saatte geliyordu. (Amerika saati olduğu için.) Bir de ödül törenleri var... MTV'yi hatırlayan varsa alnından öpeceğim. MTV benim bebeğimdi. MTV Film Ödülleri, Müzik Ödülleri... Ah ah... Teen Choice Awards geceleri... Yazın uykusuz kalıp, her şeyin takibini yapıyordum.


Bir de sitenin en altında chat kutusu koymuştum. Her gün oradan sorulara cevap veriyordum. Şimdi bile iletişimde olduğum arkadaşlarımı oradan tanıdım. Adeta Wampirob ailesi olmuştuk. Yaz tatili bittiğinde de daha yeni liseye başlayacaktım. O yüzden okul çıkışı eve gelip haber yazıp, öyle ders çalışıyordum. Chat kutusunda her cuma parti veriyordum. Ohooo, ben neler yapıyordum neler. Ah gençlik!


Wampirob böyle ortaya çıktı. 2012'ye kadar da devam ettim. Serinin her film çekimine tanık olduk. Her habere beraber sevindik. Ödül aldıklarında beraber çığlık attık. Dergiler, poster verdikçe sömürdük. İnanılmaz bir ortamdı. 
Twilight'ı 8 ay geç keşfetmiştim ama sonrasında resmen sahiplenmiştim. Evet, üniversite öncesi çok sıkıcı ve boğucu bir hayatım vardı ama kendi dünyamı Twilight sayesinde kurmuştum. Elimin altında bilgisayarım ve internetim olduğu sürece hiçbir sorunum yoktu valla. Dört kitapla yola çıktım şimdi sayamadığım kadar çok kitabım var. Merak ettiğim dili, artık benimsedim. Gala için gittikleri ülkelere hayranlıkla bakarken şimdi ben de gidebiliyorum. Yani aslında bu bir başarı öyküsü. Kitap diye geçip gitmeyin. Twilight'ı küçümseyenleri de görüyorum. Valla o yaştayken benim için bir ilahtı. Hala da savunurum. Yedirtmem serimi falan. :D Şaka bir yana, 9 yıl geçti ve hala Twilight'ın sözü geçince içim kıpır kıpır oluyor. Robert Pattinson'ı ve Kristen Stewart'ı hala takip ederim. Robert ilk aşkımdır, Kristen da ilk idolüm. Bu durum değişmedi. Stephenie Meyer, her zaman gıptayla bakacağım bir yazar olacak. 


Yazıyı bitirmeden önce Twilight'la ilgili birkaç bilgi vereyim. Çoğunuz biliyorsunuzdur zaten. :D
İlk kitap, 2005 yılında basıldı. İlk film de 21 Kasım 2008'de vizyona girdi.
Yönetmen Catherine Hardwicke, Twilight'ı çok düşük bir bütçeyle çekmesine rağmen 2008 yılının en çok izlenen filmlerden biridir ve seride de en çok sevilen filmdir. (Benim için de öyle.)
Kristen'ın, Robert'ı seçtiğini biliyorsunuzdur. Bilmeyenler için: Başrol için ilk önce Kristen seçiliyor. Ardından Edward Cullen için sayısız insanla öpüşme sahnesi çektikten sonra Robert'la çok uyumlu olduklarını söyleyerek başrolü kapmasını sağlıyor. (RobStencıları göreyim biii)


Film müziklerine bayılıyorsunuz değil mi? Müzik seçiminde oyuncuların da fikirleri alınmış. Hatta Robert'ın da iki şarkısı yer alıyor.
Biricik yönetmenimiz, filmi paldır küldür çekmemiş. İnanılmaz planlar yapmış. Hatta her sahnenin çekileceği yerleri bizzat kendisi gezmiş. Her şeyi deli gibi araştırmış. Bu notlarını da kitaplaştırmış. (Alacakaranlık - Yönetmen Not Defteri / Epsilon Yayınları) 
Kesin bazı şeyleri eksik yazdım ama şu an kafamdakiler böyle. Oh be, iyi ki Twilight hayatımda. Daha nice yılları olsun. 😍
Siz de Twilight'ı nasıl keşfettiğinizi mutlaka bana yazın. Çok merak ediyorum hikayelerinizi. 
Ve son soru: Team Edward mı Team Jacob mı? :D Ortalık karışsın. 


P.s. Bu çok genel bir yazı oldu. Ama serinin diğer kitapları/filmleri için yazı isterseniz yazacağım. Yazarım yani. Canım Twilight. 💛

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane



12 Kasım 2018 Pazartesi

Kitap Yorumu: Warcross - Marie Lu

Ve ilk Marie Lu açılışımı Warcross ile yapıyorum arkadaşlar. Bu yazarın sayısız kitabı basıldı ülkemizde. Ben Warcross ile tanımak istedim. Güzel de bir başlangıç oldu. Bakalım kitap beni nasıl etkilemiş ya da etkileyememiş... İşte tüm mesele bu. :D
Bir anda kafama esti ve Warcross'u aldım. Bu kitap o kadar övüldü, satıldı, özel eşya tasarımları çıktı ki dayanamadım. Çok sevdiğim bir çevirmen olan Onur Kınacı Birler de çevirince, kitabı kaptım.
Çeviri enfes. Yazarın kalemi sağlam. Kitabın baskısı müthiş. Ama kurguda eksiklikler vardı bence.
Warcross, dünya çapında çok ünlü bir oyun olarak belirtiliyor kitapta. Yaşlısından gencine herkes deliler gibi Warcross'u takip ediyor ve oyun zamanı gelince herkes deliler gibi oyuna odaklanıyor.
Distopya ve bilim kurgu karışımı bir konusu var. Warcross oyununa herkes dahil olabilir ama elbette seviyeleri var. Çok iyi olanlar, sıradan olanlar gibi ayrımlar söz konusu. Sanal bir ortam olduğu için yasa dışı olaylar da işin içinde. Bir ödül avcısı olan Emika Chen'in maceralarını okuyoruz.

Rengarenk saçları, inatçı, kimsesiz ve hırslı bir kız olan Emika, bir gün Warcross oyunlarını izlerken farkında olmadan büyük bir hackleme yapar. Öyle ki kendini de ele verir ve bir anda dünya çapında ünlenir. Kim bu kız?
 Warcross'un kurucusu Hideo Tanaka, apar topar Emika'yı özel uçakla Tokyo'ya getirtir. Hem oyuna dahil eder hem de reddetmesi güç bir teklifte bulunur: Dev oyunda onun gizli ajanı olmasını ister. Maddi durumu yerlerde olan Emika bunu kabul eder. Küçüklüğünden beri Warcross'a deli gibi bağımlı olması da bu işin içinde olmasına sebep olur.
Oyunda beş kişiden oluşan iki grup var. (Emika'nın yer aldığı grup Anka Süvarileri.) Bu grupların kendilerine ait cevherleri var. Oyunda, diğer grubun cevherini almaya çalışıyorlar. (Burası bana biraz Harry Potter'ı anımsattı.) Tabii çok zorlu engeller de var. Kitapta çok fazla terim var. Açıkçası aklımda kalmadı. Okudukça oturacaktır. Gruptaki karakterlerden şimdi bahsetmiyorum. İkinci kitabın yorumunu yaparken rahat rahat analiz edeceğim.
Kitap olaylarla dolu!
Sanırım en son Açlık Oyunları'nı okurken bu kadar heyecan yapıp, gözümü bile kırpmadan bir distopya okumuştum. Evet, distopya türüne aşığım ama beni benden alan kitaplar nadirdir. Warcross'un ilk 150 sayfasında "Oley be! Eski formuma dönüyorum.Ye yooo," derken sonra bir baktım kurguyu baya baya tahmin ediyorum. Öyle böyle değil... Kitap bitince, sanki ben yazmışım gibi hissettim. Marie Lu'nın hayalet yazarıyım falan dermişim. :D
İşte, kurguyu bu kadar tahmin edince bir hayal kırıklığı olmadı değil. Tam kitaba bayılacakken yazarın klişe ağalarına takılmam kötü oldu. Yoksa efsane bir seri bizi bekliyor.
Warcross gibi bir oyun kurgusu yazılıyorsa bence daha fazla detay verilmeliydi. Bazı şeyler daha ağırdan alınmalıydı. Karakterleri çözmek bu kadar kolay olmamalıydı.
Ya da yılların verdiği tecrübe ile artık bu tarz kitaplar bana çerez gelmeye başladı. Yine de kitabı çok sevdim. İyi ki almışım dedirtti. :)

Hadi siz de okuyun, dedikodu yapalım. İkinci kitap da elimde. 2018 bitmeden okurum diye düşünüyorum.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

11 Kasım 2018 Pazar

Dizi Önerisi: Elite


Merhabalar!
Size bombe bir dizi önerisiyle geldim. Aslında bu diziyi neden önermek istedim, inanın bilmiyorum. 1.5 günde izledim. Geçen hafta sonu eve kapanıp izledim. Zaman yiyen bir diziydi ama kendini fena izlettirdi. Şimdi neden size önerdiğimi, blog yazısına devam ettikçe ben de öğreneceğim. 😁
Elite, İspanyol yapımı bir dizi. İlk sezonu 8 bölümden oluşuyor ve Netflix'te yayınlandı. Dizide tanıdık yüzler de var. La Casa De Papel'den ergen çocuğumuz Rio (Miguel Herran), tuhaf gülen Denver (Jaime Lorente) ve çok güzel kıvır saçları olan Alison Parker (Maria Pedraza) var. Açıkçası bu üçünün aynı dizide olduğunu öğrenince 'reklam' kokusu aldım. Evet, kesinlikle dizinin kadrosunda yer almaları diziyi daha da ünlendirmiş olabilir. Ama onları tamamen farklı karakterlerde görüyoruz bu sefer.
En öndeki Marina
Elite, bana Ufak Tefek Cinayetler'i anımsattı. UFC'nin ilk sezonunu deliler gibi izlemiştim. Sonra bıktım, usandım aynı döngüden. 😔 Bir cinayet işleniyor. Polisler bu cinayeti çözmek için birçok kişiyle görüşmeler yaparken o an konuştukları konuyla ilgili sahneleri görüyoruz. Her şey gizemli. Herkes katil olabilir. Entrikalar. Zengin aileler. Zorbalıklar... İşte Elite böyle bir dizi. UFC'nin tam bir ergen versiyonuydu ama çook sevdim. Dizi, sizi içine çekiyor gerçekten.
Tamam, şimdi konuyu toparlıyorum. Elite, liselilerin olduğu bir dizi. Üç öğrencinin, İspanya'daki en seçkin okullarından birinde burs almasıyla başlıyor. Bayık bakışlı Samuel, yerinde duramayan Christian ve müslüman bir kız olan Nadia kendini bir anda zengin ailelerin çocuklarının arasında buluyor. Klasik bir zengin-fakir çatışması oluyor. Sonra nedeni bilinmeyen bir cinayet işleniyor ve tüm öğrenciler sorgulanmaya başlıyor. Her biri olayı farklı açılarla anlatıyor. Zengin bebeler grubundan bahsedeyim.

Guzman
İlk başta süper gıcık olup, boğazlamak istediğiniz bir karakter olacak: Guzman. Ama sonrasında valla favori karakterim oldu. Şu an süper hayranıyım. Böyle, bir yerlerde karşılaşsak direk sarılacağım. Oyuncunun performansından kaynaklı bence. Rol yeteneği harika!
Guzman'ın kız arkadaşını her daim duvarlarda sürtmek isteyebilirsiniz: Lu. Ama kız çok güzel be! Gerçekte Meksikalı ve ünlü bir şarkıcıymış. Helaaal dedim. Cidden, diziyi izlerken kızı ayrı keseceksiniz. :D

Lu
Lu'nın bir numaralı kankisi olan ve güzelliğine hayran kaldığım bir karakter: Carla. Bakın, bu karakter sizi fazlasıyla şaşırtacak. İnanılmaz etkiledi beni. Kızın güzelliğine değinmiyorum bile... Allaaam bu İspanyol kızları neden bu kadar güzel???
Guzman'ın kız kardeşinden bahsetmiş miydim? La Casa De Papel'in Alison'ı, Elite'nin Marina'sı... Bu kadının tarzı beni benden alıyor. İzleyince ne demek istediğimi anlayacaksınız. Çok yakında bu kızı Hollywood'da görmezsek ben de neyim! Dizide de çok hoşuma gitti. Orta yolu bulan bir kız. Bazen salakça davransa da en sağlam karakterlerden biri.

Nadia ve Christian
Bu kıza aşık olan kardeşler var. Samuel ve abisi Nano... Allah'ım dizi boyunca bu ikisinden tiksindim valla. Samuel'in bayık bakışları, ezik hareketleri, itici davranışları beni deli etti. Nano da La Casa De Papel'in Denver'i işte. Bu adamdan tırsıyorum nedense. Böyle her an psikopatça bir şey yapacakmış gibi geliyor. Kiii iki dizide de deli deli hareketler yapıyor. :D
Gelelim müslüman kardeşlere: Nadia ve Omar. İkisi de gerçekte müslümanmış. Ama dizide 'müslüman' kavramı çok abartılı anlatılıyor. Çok dar görüşlü bir ailenin çocukları olan Nadia ve Omar'ın bu zengin bebeleriyle nasıl bir değişime gittiğini görüyoruz. Nadia, çok ağır başlı ve gerçekten ne yapacağını bilen bir kız. Diziyi izlerken çok takdir ettim. Ama Omar... Onla ilgili bir şey öğreneceksiniz. Ona lafım yok ama süper itici karakterlerden biri bence. -.-

Carla ve Polo
Dizide izlerken sürekli sırıttığım bir karakter var: Christian. LCDP'in Rio'su. İki dizide de acayip sempatik ve güldüren bir karakter. Tam takılmalık bir çocuk. Diziyi renklendiren bir karakter diyebilirim. :)
Sona sakladığım bir karakter var: Carla'nın manitası Polo. Abovvv. Bu çocuk nasıl bir şey?! Dizide her an delirip, herkese saldıracakmış gibi bir hali ve saçma sapan fantezileri var. Kendine güveni sıfır. Ay, bu çocuğun sahnelerinde şekilden şekile girebilirsiniz. :D

Diziyi izlemeden önce şu uyarıyı yapayım: +18 sahneler fazlasıyla var. Baya baya açık sahneler var. Bilginiz olsun. Onun dışında mis bir dizi. Buram buram İspanyol kokuyor. Valla seviyorum İspanyolları. Ne çıkarırlarsa izleyeceğim. Dizi 2.sezon onayını da aldı. Ne duruyorsunuz? Başlayın hemen. :D

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

27 Ekim 2018 Cumartesi

Ekim 2018: Son Zamanlarda Neler Okudum?

Selamlar efenim
Beni bir süredir takip ediyorsanız aslında ne kadar üşengeç biri olduğumu keşfetmişsinizdir. Yazacağım şeyler ya yoldayken ya işteyken ya da biriyle sohbet ederken (insanları dinlemeyi çok severim ama bazen sohbetten kopup başka şeylere süper dalarım) aklımda tıkır tıkır işlerken, bunları klavyeyle buluşturmak istediğimde ya tıkanıp kalıyorum ya da "of şu an yapamayacağım" diyerek erteliyorum. Ama blog'a yazmayı gerçekten çok seviyorum! Benim sığınağım burası diyebilirim. Yüz yüze bu kadar konuşkan olamam. O derece...
Gelelim bunu neden açıkladım. Bu ay en az iki kitap yorumu gireceğim demiştim. Sonra listeme baktım. (Okuduklarımı yazdığım uzuuuun bir liste var. Goodreads bu konuda sağ kolum olsa da eski kafalıyım, kağıtlara not almayı seviyorum.) Ben baya kitap okumuşum. Üşendiğim için blog'a yazmamışım. Hepsini bir yazıda toparlayayım dedim. Haa, şöyle de bir şey var; eğer bir kitaba taptıysam kesinlikle ona özel bir yorum yazarım.😍
Hadi bakalım, listemde neler varmış.

Daha bugün bir kitap bitirdim. Onunla başlayayım. Kiraz Ağacı ile Aramızdaki Mesafe, Genç Timaş tarafından bu ay yayımlandı. Yazar Paola Peretti, kendi yaşam hikayesinden esinlenerek küçük bir kızın görme yetisini kaybetme sürecini anlatıyor. Okumak için can atıyordum. Kitabı okuduktan sonra mahvolurum diye düşünmüştüm ama o kadar da etkilenmedim. Evet, çok etkileyici ve burun sızlatan bir kitap. Minnacık bir kızın gözünden nasıl görüşünü kaybettiğini okumak biraz da korkutucuydu. İster istemez empati kuruyorsunuz ve etkileniyorsunuz. Fırsatınız olursa okuyun derim.




YKY tarafından yayımlanan Doppler & Bildiğimiz Dünyanın Sonu, Norveçli yazar Erlend Loe'nun kaleme aldığım harika bir seri. Çok naif ve kendi halinde bir seri. Keşfedenler enerjisine kapılıp gidiyor. Umarım benim aracılığımla siz de kitabı okursunuz. Çünkü gerçekten çok güzel. Evli, iki çocuk babası olan Doppler, bir gün yolda bir geyiğe rastlar. Ve onun peşinden ormana dalar. Sonra çok radikal bir karar alır; işinden istifa edip evini, ailesini terk ederek ormana taşınır. İlk kitap Doppler'de ormandaki yaşam maceralarını okuyoruz. İkinci kitap Bildiğimiz Dünyanın Sonu'nda ise eve geri dönüşünü ve tekrar hayata tutunmasını okuyoruz. Çok anlamlı bir seri. Yazar nereye atış yapacağını iyi biliyor. Özellikle ikinci kitabı çok sevdim. Erlend Loe okumanızı öneririm. :) (Bu ay başında İstanbul'a geldi ve Taksim'deki YKY Kitapevi'nde imza ve söyleşi günü yaptı. Katılıp, tanışma fırsatım oldu. Doppler = Erlend Loe diyebilirim! Oh, imzamı da kaptım. Hava atmak gibi olmasın da...)


Ah, gelelim Can Yayınları'ndan çıkan Ağaçtaki Kız'a... Bu sene kalemi sağlam birçok Türk yazarla tanışma fırsatım oldu. Bunlardan biri de Şebnem İşigüzel. Kendisiyle yüz yüze tanışma fırsatım da oldu. Hanımefendi, kendi halinde ve sıfır egoya sahip bir insan. O yüzden Ağaçtaki Kız'ı okumak için can atıyorum. Sonunda okudum! Değişik bir kurgusu var. Kitabın sonuna kadar baş karakterin ismini öğrenemiyoruz. Kendisi bir ağaçta yaşıyor. Evet, yanlış duymadınız. Herkese, her şeye tavır alıp ağaçta yaşamaya başlıyor. Kitapta zaman geçişleri oluyor. Gezi zamanına gidip, o dönemdeki aile ve arkadaş ilişkilerini okuyoruz. Sevdiği insanlarla olan anılarını ve acılarını anlatıyor. Kitapta ipuçlarını yakalayacağınız çok güzel vurgular var. Ve tam bir ergen kızın ağzından okuyorsunuz kurguyu. İnanılmaz! İşigüzel'in de bir genç kızı olduğu için bu dili çok rahat kullandığını fark edebilirsiniz. Kitap su gibi akıp gidiyor. Okuyun, pişman olmayacaksınız. 

Ve gelelim sona sakladığım kitaba... Taa yıllar önce Pegasus'un yayımladığı Bir Gün'ü anca okuyabildim. Filmi çıktığı zaman kitabından habersiz ilk olarak filmini izlemiştim. Ay nasıl etkilendim! Salya sümük ağladığımı hala hatırlıyorum. Gidip DVDsini bile almıştım. (O günden sonra izleyemedim ama olsun.) Nasıl sevmiştim, nasıl Dexter'a sövmüştüm. Of, adeta Emma'da kendimi görmüştüm. Gel zaman git zaman kitabı indirimde yakalayınca aldım. Hiç zaman kaybetmeden okudum. Filmi güzel uyarlamışlar. Tebrikler! Film daha iyi bile diyebilirim. Belki filmi izlemeseydim kitabı anlayamazdım. Yazarın değişik bir yazı tipi var. Şöyle; Emma ve Dexter 15 Temmuz 1995 yılından beri birbirilerini tanırlar. Her yıl 15 Temmuz'da bir şekilde bir araya gelirler. Sevgiliden çok arkadaş kalmayı tercih ederler ama aralarındaki çekim hissedilir bir şekilde göz önündedir. Mutluluk, üzüntü, acı, kayıp, başarı, ayrılık derken yıllar yıllar geçer ve en sonunda evlenmeye karar verirler. Dile kolay, yirmi yıl... Hayatlarında neler neler yaşarlar. Kitabın sonunda duvara toslayacaksınız. Sonunu bildiğim halde kitabın son sayfası gözlerimi doldurdu. :( Çok güzel bir hikaye. Kitabı okumanızı gerçekten çok isterim. Ama mutlaka filmini de izleyin. Benim gibi psikopatça mutsuz sonları seviyorsanız tam size göre bir kitap. 💚

Aslında okuduğum birkaç kitap daha var ama bahsetmeyeceğim. Çünkü hiç sevmedim... Goodreads'te bulabilirsiniz. Kitapları burada yerden yere vurmak istemiyorum. O yüzden onları es geçiyorum.
Ay, umarım arayı çok açmadan tekrar blog'a yazarım. Kasım'da özel Twilight yazısı gelecek. Ona hazırlık yapıyorum. Beklemede kalın. :)

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

3 Eylül 2018 Pazartesi

Konser Macerası - Imagine Dragons / 2018 Evolve Turu - İstanbul


Merhaba
Size bugün inanılmaz konser maceramdan bahsedeceğim. Yani benim başıma geldiği için şaşırmadım. Nerede anormallik var ben oradayım. Olsun, seviyorum bu hayatı. Çılgınlık güzel şey arkadaşlar.
Şimdi gelelim Imagine Dragons hayranlığıma... Efenim 2012 yılında ortaya çıktıkları anda kendilerine vuruldum. Radioactive şarkısını duymayan kalmamıştır herhalde? Heh, işte o şarkıyla vuruldum onlara ve o günden beri deli gibi dinliyorum. Sanırım sağlam takip ettiğim tek grup. İstisnasız her şarkısına vuruluyorum. Karşılaştırmak gibi olmasın ama diğer gruplardan farklı olduklarını düşünüyorum. Şarkı sözleri hiç boş değil. Zaten albümlerini dinleyince hiç boş şarkıları olmadığını keşfedeceksiniz. Tabii bu bir müzik zevki... Beğenmeyenler vardır. Ne diyebilirim ki? Çok şey kaçırıyorsunuz dostum!
Gelelim konser olayına... Yıl 2013 ve ben o zamanlar üniversite sınavlarıyla boğuşuyorum. Bir gün canım sıkıldı, Youtube'da takılıyorum ve grubun bir canlı performansına denk geldim. AMAN TANRIM! O canlı performanslarını izledikten sonra 'Acilen konserlerine gitmem lazım!!!' moduna girdim. (Merak edenler için: Link.) Hatta önüme gelene bu videoyu izlettirip, beğenmeyen olursa ölümcül bakışlar atıyordum. Ki beğenmeyen yoktu sanırım. 😎
Gel zaman git zaman... Üniversiteyi ilk senemde kazandım, gitmedim. İkinci kez hazırlandım. Hayatımın en manyak üç yılını geçirdim. Erasmustu, aşk acısıydı, dedikodular, mezuniyet, Ankara laneti, depresyon, iş hayatı derken, oradan oraya savrulurken arka planımda hep Imagine Dragons çalıyordu. Ve beni duydular! Evolve Turu'nun Avrupa kısmında İstanbul'a gelmeye karar verdiler. *Yeeeey*

Süper zamanlama! Çünkü çalışıyorum, param var ve dilediğim gibi gidebilirim. Avantajlı biletleri kaçırdığım için normal ayakta kısmına bir güzel yatırım yaptım. Kardeşim de gelsin diye bir güzel fedakarlık da yaptım. (İkimizin bilet ücretiyle sahne önü alırmışım yav...) 
Bir ay öncesinden geri sayımlar... Şarkıları hiç dinlememiş gibi dinleyip dinleyip şarkı sözleriyle kafayı yemeler... Nasıl heyecanlıyım! Deli gibi en taze canlı performanslarını izliyorum. Dan sahneye üstü çıplak çıktıkça 'Allaaaam bizde de böyle çıksın, iki gözüm bayram etsin.' demeler... 
Hellö. Konser günü.
Sabah erkenden kalktım. Sanki bayrammış gibi bir hazırlanmalar... Özel buluşmalarıma giderken bile böyle hazırlanmıyorumdur... Neyse. Konser öncesi enerji depolayalım dedik kardeşimle. Öğlen bir güzel hamburger gömdük. Sonra Kabataş'tan Karaköy'e yürüyerek favori tatlıcıma gidip bir güzel çikolatalı krepler gömdük. Ay çok yedik, yürüyerek Küçükçiftlik Parkı'na gidelim dedik. İyi halt yedik...

Aslında süper zamanda gitmişiz. Gittiğimiz anda uzun bir kuyruk olmasına rağmen çabucak içeri girdik ve normal ayakta kısmında bile en önde yer kaptık. Nasıl mutluyum! Imagine Dragons, konserlerinde ikinci küçük bir sahne daha oluşturuyor. O sahnede slow şarkılar söyleyip, tekrar ana sahneye dönüyorlar. Biz işte o küçük sahnenin tam önündeydik! Yani elimi uzatsam Dan'e dokunacağım. Nasıl mutluyum! Sonra her şey değişti...
İlk önce kardeşim kalabalıktan çok bunaldı, hava almaya gitti. Ben de bacaklarımı iki yana kocaman açıp yer kaptırmamaya çalıştım. Daha konsere çok var deyip Instagram'da takılırken hafiften başım döndü. Ben de bir de azıcık panik atak da var. Yalnızım, etraf çok kalabalık... İçimden sürekli sakin ol sakin ol deyip telefona odaklanmaya çalıştım. Yok, olmuyor. Yavaştan görüntü gitmeye başladı. Kulaklarımda uğultu. Bir anda her yer kapkaranlık olunca 'Merhaba öbür dünya,' diyesim geldi. İşin ilginç yanı bilincim tamamen açık. O sırada telefonumun titrediğini hissettim ama göremiyorum! En son birilerine suyunuz var mı derken birinin üzerine yığılmışım...
Kızcağız beni kalabalıktan uzaklaştırırken sürekli bileğimi ovalayıp, iyi misin iyi misin diyordu. Birkaç saniyeliğine gidip geldim sanırım çünkü hatırlamıyorum. Sonra görüntüler yavaş yavaş gelmeye başladı. Çimenlik alana uzanıp iki-üç saat dinlendim. O sırada kardeşim de gelmiş 'Noldu sana ya, merak ettim,' diyor. Ah ah Imagine Dragons uğruna ölüyordum kardeşim!
Sağlık her şeyden önemlidir tabii ama en güzel yeri kaptırdığımız için baya hayıflandım. Konser anı yaklaştıkça kendi kendime baya söylendim. Olsundu.
İlk önce sürpriz bir şekilde Sertab Erener çıktı... 5-6 İngilizce şarkı söyledi. Herkes ölü modda. Sonra ön grup The Vaccines çıktı. Müthiş bir grup! Kesinlikle göz atın. Onlar da 5-6 şarkı söylediler ve şaşırtıcı bir şekilde erkenden gittiler. Allaaaah. 
Sıra geldi benim aslanlarıma. Nasıl heyecan dorukta. Öyle heyecanlı bir çıkış yaptılar ki herkes çığlık çığlığa! Ya yiğidi öldür hakkını yeme. Tam 1 saat 45 dakika boyunca sahnede kaldılar ve inanın enerji hiç düşmedi. Tam tersine o kadar memnun kaldılar ki Dan, "Şu ana kadar ki en yüksek enerjiye sahip bir sahnedeyiz. Sizi hissediyorum. Enerjiniz mükemmel. Harikasın İstanbul!" diyerek bizi daha da gazladı. 

Ya, sıfır hayal kırıklığı... Diğer performanslarından eksik hiçbir şey yapmadılar. Sanki turun ilk konseriymiş gibi öyle enerji dolulardı ki... Şu ana kadar gittiğim en en en en iyi konserdi. Verdiğim parayı sonuna kadar hakkettiler. Beklentimin çok üzerindeydi her şey. Dan'in üstü çıplak çıkması... Davulla olan gösterileri... Bazı şarkılarını söylerken yaptığı çılgınlıklar... Canlı performans zaten müthiş ötesi... Adamda deli ses var. Şarkı seçimleri çok iyi! O küçük sahnede slow şarkıları söylerken içim erimedi değil... Orada olup, ona uzanabilirdim. Ama asıl ağlamaklı olduğum an ise Amsterdam şarkılarını söylemeleriydi... En eski şarkılarından biri ve bende de yeri çok ayrıdır. Son zamanlarda bu şarkılarını canlı söylemiyorlardı. Dün konserde sanırım aniden karar verdiler. Çünkü hiç beklemiyordum. O an izlerken ve dinlerken mutluluktan birazcık ağlamış olabilirim...
Ay bir de üç tane Türk bayrağı çıkardı sahneye. Öpüp, eğildi falan... Türklerin gönlünü kazandın Imagine Dragons! Dediğiniz gibi, bu ilk gelişiniz ama son olmayacak.
Ah ah... Şu an rüya gibi geliyor. Hayatımın en unutulmaz anlarından biri oldu. Bayılmasaydım iyiydi ama olsundu. Dan'i canlı görüp, dinledim ya... Oh be. Artık canlı videolarını daha havalı hissederek izleyeceğim. Çünkü ben de o konserlerden birindeydim ve anı yaşadım.
Son olarak... Bir daha geldiklerinde kesinlikle sahne önü alacağım... O kadar ilgili ki!!! Dün kıskançlık krizlerine de girmiş olabilirim. Allaaaam. Dan Reynolds gerçeğini yaşadığım için şükürler olsun. Amin.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

1 Eylül 2018 Cumartesi

Kitap Yorumu: İle - Oruç Aruoba

En güzel aydan merhabalar!

Eylül ayına bayılırım! Sonbaharın habercisi. Nisan ayına da bayılırım. İlkbaharın göz bebeği. Ama ne yazık ki yılın en kötü zamanlarını da bu aylarda yaşarım. Ay umarım bu ay müthiş güzel geçer. Geçsin... Her eylül ayı okulla ilgili bir koşuşturmam olur. Bu sene de öyle. Güzel haberlerim olunca yazacağım.
Şimdi gelelim Oruç babaya. Ben çok sevdim Oruç Aruoba'yı. Sürekli onu okuyasım geliyor. Şansıma, iş arkadaşlarımdan biri de okuyormuş. Hatta bizzat tanıyormuş da! 😏 
Azıcık dedikodusunu yaptıktan sonra bana "İle" kitabını getirdi. Kitabı hemen bitirmek istemedim ama anında bitti. Oruç Aruoba ile delicesine aşk yaşıyorum. Tekrar Kafkaokur'a sonsuz teşekkürler.
İşte, size birkaç favori alıntılarım. Özellikle yengeç burçlarına gelsin... 💜

"Sevdiğin, bilemediğindir."

"Sevmek, içini açmaktır."

"Kararsız mısın;
korkuyor musun;
istemiyor musun?
diye sordum; sen de, hepsine birden, Evet dedin.
Bunlar çok farklı şeyler oysa ki:-
'Kararsızlık' kişinin ötekine yönelik;
'korkmak' kendisine yönelik;
'isteksizlik' de ilişkiye yönelik,
yetersiz kalmasıdır.
Bunlar varsa, ilişki de hep biraz kaykık kalır.
İlişki, tam olmak için, kişilerde tam bir kararlılık, tam bir güvenlilik, tam bir isteklilik gerektirir-
karşılıklı;
birlikte..."

"İlk buluşmalarımızdan birinde, sana şuna benzer birşey söylemiştim-
Şimdi yapmamız gereken, yalnızca ikimize özgü, bir yeni dil geliştirmek, kurmak, yaratmak - öylesine ki, bir üçüncü kişi, bizim birbirimize söylediklerimizi işitecek olsa, bunlardan hiçbirşey anlamasın."

Ah ah daha ne çok beğendiğim alıntılar var ancak bu dördünü paylaşmak istedim. Önerileriniz olursa yazın gençler.

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

30 Ağustos 2018 Perşembe

Kitap Yorumu: Asla Vazgeçme - Rainbow Rowell

Merhabalar

N'abersiniz? Sanki yavaştan havalar soğuyor? Dün akşam üşüdüğüm için uyandım ve burnuma dokundum. "Aaa üşümüşüm valla, en sevdiğim mevsim geliyor sanki," deyip geri uyudum. Bir yaz çocuğu olup da kışı bu kadar sevmek... Ne bileyim, zaten hiçbir zaman normal olduğumu düşünmedim. 
Neyse, konudan sapıyorum yine. Gelelim kitap yorumuna. Efenim, son zamanlarda okumaktan çok keyif aldığım yazarlardan biri de Rainbow Rowell'dır. Şu ana kadar üç kitabını (Eleanor & Park, Fangirl ve Asla Vazgeçme) okudum ve üçünü de ayrı sevdim. Böyle pamuk şeker tadındalar. Yazarın kendisinin de öyle olduğunu düşünüyorum. İsmi bile acayip sempatik değil mi? (Rainbow - Gökkuşağı) 
Asla Vazgeçme'nin değişik bir hikayesi var aslında. Buradaki kurguyu ve karakterleri Fangirl'de okumuştum. Fangirl'deki Cath, Simon Snow adındaki bir kitap karakterinin hayranıdır ve kendince hayran hikayeleri de yazmaktadır. İşte Simon Snow'un hikayesini bu kitapta okuyoruz. Yani yazar kurgu içinden kurgu çıkararak yeni bir kitap yazmış. Tebrikler valla. Büyük yetenek bence ve riskli de... 
Aynı zamanda Harry Potter izleri bol bol göreceksiniz. Hatta direk HP'nin başka bir versiyonu desem yeridir. Simon Snow, Watford Sihirbazlık Okulu'nda seçilmiş bir kişi olarak bilinmektedir. Okuldaki son senesini doyasıya yaşamak isterken başına gelmeyen kalmaz. Oda arkadaşı ve baş düşmanı Baz'ın (Hep bazlama diyesim geliyor ya...) ondan sakladığı sırları ortaya çıkar. En yakın arkadaşı Penelope çok zeki ve her şeye cevap veren bir kızdır. (Çok tanıdık geldi di mi?) Eski kız arkadaşı Agatha ise başta gıcık bir tip olarak gözükse de saftirik biri olduğunu düşünüyorum. 
Kitabı bu dörtlünün ağzından okuyorsunuz. Aslında kurguyu sevdim. Sadece bazen çok karakter olduğu için kafam karıştı. Okudukça her şey kafamda oturdu. Baz'ı ayrı sevdim. 😎 Adeta bir Adrian Ivashkov Jr. modundaydı. Ukala, egoist, bilmiş, gizemli, ağzı iyi laf yapan, güçlü, yakışıklı, varlıklı, zeki... Daha sayayım mı? En sevdiğim erkek tipi. 
Şimdi Baz ve Simon için bir şey diyeceğim ama bu spoiler olur mu bilemedim. Ya da en iyisi okuyunca keşfedin. Ben kitabı okumadan önce spoileri yediğim için olaylar geliştikçe şaşırmadım. Çünkü yazar "bunu" çok güzel gizlemiş. O yüzden öğrenince şaşırabilirsiniz.
Bol gizemli, macera dolu ve esprilerin havada uçuştuğu bu kitabı elbette öneririm. Dediğim gibi, HP izleri çokça var. Ama karakterler bakımından özgün bir kitap.
Rainbow Rowell candır. Bizde çevrilip de okumadığım tek bir kitabı kaldı: Sabit Hat. Zengin olunca alırım, malum para durumları süper düşüşte. :D 
İşte böyle gençler. Kısa zamanda görüşmemiz dileği ile...

Kocaman sevgiler, öpücükler: Jane

Not: Bu bir seriymiş. İkinci kitap 2020'de çıkacak. Amin... Ne diyeyim?